Ortaokul yılları, hepimiz için duygusal bir hız treni gibiydi, değil mi? Bir yanda ergenliğin fırtınaları, diğer yanda sınav kaygısı, arkadaşlık dramları… Şimdi bir de bu denkleme sosyal medyanın ve dijital dünyanın getirdiği amansız karşılaştırma kültürünü ekleyin!

Benim de çevremdeki gençlere baktığımda, bu çağın getirdiği duygusal yükün ne kadar arttığını görüyorum. Onların duygularını tanıma, yönetme ve sağlıklı ilişkiler kurma becerilerini desteklemek, geleceğin dünyasında sadece akademik başarı değil, duygusal zekanın da en az onun kadar değerli olacağı bilinciyle hareket etmek biz yetişkinlerin en önemli sorumluluğu.
Hadi gelin, bu çok önemli konuyu tüm detaylarıyla ele alalım ve çocuklarımızın ruhsal sağlığına nasıl ışık tutacağımızı keşfedelim!
Ergenlik Fırtınasında Duygusal Pusulamızı Bulmak
Ortaokul yılları benim için de fırtınalı bir deniz gibiydi, hatırlıyorum da! Bir gün dünyanın en mutlu insanıyken, ertesi gün en ufak bir şeye darılıp köşeme çekilebiliyordum.
Ergenlik, bedensel değişimlerin yanı sıra duygusal dünyamızda da adeta bir kasırga estirir. Hormonların dansı dediğimiz bu süreçte, çocuklarımızın neden bir anda neşeden hüzne, öfkeden kaygıya savrulduğunu anlamak, onlara destek olabilmek için çok önemli.
Benim gözlemlediğim kadarıyla, bu dönemde çocuklar kendilerini yalnız hissedebiliyor, kimsenin onları anlamadığını düşünebiliyorlar. İşte tam da burada, biz yetişkinlere büyük bir rol düşüyor.
Onların bu karmaşık duygusal yolculuklarında birer rehber olmak, duygularını tanımalarına ve doğru ifade etmelerine yardımcı olmak gerekiyor. Mesela, bir arkadaşımın oğlu, eskiden çok sakin bir çocukken ergenlikle beraber öfke nöbetleri geçirmeye başlamıştı.
Annesiyle konuştuğumuzda, onun bu durumu ne kadar garipsediğini ve ne yapacağını bilemediğini gördüm. Oysa çocuğun sadece duygularını ifade etme şeklini bulmaya çalıştığını ve bu yeni duygusal dalgalanmalarla baş etmeye çalıştığını anladığımızda, ona farklı yollar önerebildik.
Bazen sadece “Evet, şu an çok kızgın olduğunu görüyorum ve bu normal” demek bile başlı başına bir destek olabiliyor. Onların iç dünyalarında yaşadıkları bu büyük değişimi küçümsemek yerine, ciddiye alıp yanlarında olmak, güvenli bir liman sunmak bence paha biçilmez.
Hormonların Dansı: Duygusal Dalgalanmalarla Baş Etmek
Ah, o hormonlar! Resmen bir roller coaster gibi inişler çıkışlar yaşatıyor değil mi? Benim de kızım, bazen sabah uyandığında neşeyle uyanır, birkaç saat sonra küçücük bir şeye takılıp dünyanın sonu gelmiş gibi davranırdı.
İlk başlarda “Ne oluyor şimdi?” diye düşünsem de, zamanla bunun ergenliğin doğal bir parçası olduğunu anladım. Hatta bazen kendim bile o yaşlardaki duygusal patlamalarımı hatırlayıp gülümsüyorum.
Çocuklarımız bu dönemde bir yandan kendi bedenlerindeki değişimlere ayak uydurmaya çalışırken, bir yandan da akran ilişkileri, okul başarıları gibi birçok konuda baskı hissediyorlar.
Bu durum, duygusal dalgalanmaların şiddetini daha da artırabiliyor. Onlara “Neden böyle davranıyorsun?” diye çıkışmak yerine, “Şu an kendini nasıl hissediyorsun?
Benimle paylaşmak ister misin?” gibi yaklaşımlar sergilemek, bence çok daha yapıcı oluyor. Böylece çocuklar da duygularının normal olduğunu, anormal bir durum yaşamadıklarını hissediyorlar.
Bu, benim de tecrübeyle öğrendiğim bir şey. Onlarla empati kurmak, kendi ergenlik dönemimizi hatırlamak ve yargılamadan dinlemek, sanırım bu fırtınalı günleri daha az hasarla atlatmanın en güzel yolu.
Bazen sadece orada olmak, sessizce dinlemek bile yeterli oluyor.
Yalnızlık Hissi ve Ait Olma İhtiyacı: Akran İlişkilerinin Önemi
Ortaokulda en önemli şeylerden biri de arkadaşlıklar değil miydi? Ben de o yaşlarda kendime bir yer edinme, bir gruba ait olma çabası içindeydim. Şimdi görüyorum ki çocuklarımız da aynı şeyleri yaşıyor, hatta sosyal medyanın getirdiği o “mükemmel hayatlar” baskısıyla bu ait olma ihtiyacı daha da büyümüş.
Bir arkadaş grubuna kabul edilmek, popüler olmak, dışlanmamak… Bunların hepsi onlar için hayati önem taşıyor. Bazen en ufak bir anlaşmazlık, bir dedikodu bile onların dünyasını altüst edebiliyor.
Kızımın en yakın arkadaşıyla tartıştığında yaşadığı çaresizliği hiç unutamam. Sanki dünyanın sonu gelmiş gibiydi. O an anladım ki, akran ilişkileri akademik başarıdan bile önde gelebiliyor onların dünyasında.
Bu yalnızlık hissiyle baş etmeleri için, onlara doğru arkadaşlık ilişkileri kurmanın önemini anlatmak, sağlıklı iletişim becerileri kazandırmak ve her şeyden önemlisi, onlara “bizim için değerlisin” hissini vermek gerekiyor.
Okulda rehber öğretmenlerin bu konudaki çalışmaları çok değerli; mesela bazı okullarda yapılan drama atölyeleriyle çocuklar roller üstlenip farklı bakış açıları kazanabiliyor.
Benim de kendi çocuklarıma hep söylediğim şey: “Gerçek dostluk, zor zamanlarda yanında olandır, sana kendini iyi hissettirendir.” Bu basit cümlenin bile onların zihninde ne kadar yer ettiğini gördüm.
Ekranın Ardındaki Gerçekler: Sosyal Medya ve Duygusal Sağlık
Şimdiki nesil doğduğundan beri ekranlarla iç içe. Bizim zamanımızda akşamları mahallede top oynardık, şimdi çocuklar ellerinde telefonla birbirlerine mesaj atıyorlar.
Sosyal medya, bir yandan iletişim kurmayı kolaylaştırırken, diğer yandan da duygusal sağlığı ciddi şekilde tehdit edebiliyor. Ben de sosyal medyayı aktif kullanan biri olarak, bazen o “mükemmel” görünen hayatlara bakıp kendimi kıyaslarken buluyorum.
E düşünsenize, bir ergen için bu durum ne kadar zorlayıcı olabilir? Herkesin ne kadar eğlendiğini, ne kadar güzel yerlere gittiğini görüp kendi hayatlarını yetersiz bulabiliyorlar.
Bir de siber zorbalık gerçeği var ki, bu apayrı bir yara açabiliyor çocukların ruhunda. Bir arkadaşımın yeğeni, okulda yaşadığı bir anlaşmazlık sonrası sosyal medyada linç edilme tehlikesi atlattı.
Bu durum, çocuğun okula gitmek istememesine, içine kapanmasına neden oldu. Neyse ki zamanında müdahale edildi ve profesyonel destek alındı. Bu tür durumlar, ne kadar hassas bir dengede yürüdüğümüzü bir kez daha gösteriyor.
Çocuklarımızı sosyal medyanın olumsuz etkilerinden korumak için, onlara bilinçli kullanım alışkanlıkları kazandırmalı, dijital okuryazarlık becerilerini geliştirmeliyiz.
Onlara sadece neyi yapmamaları gerektiğini değil, nasıl daha güvenli ve sağlıklı bir dijital ortam yaratabileceklerini de öğretmeliyiz. Ben kendi adıma, evde belirli ekran süreleri ve ‘telefonsuz yemek saatleri’ gibi kurallar koymaya özen gösteriyorum.
Başlangıçta biraz direniş olsa da, zamanla herkesin buna uyum sağladığını ve daha kaliteli zaman geçirdiğimizi gördüm.
Filtreli Hayatlar ve Karşılaştırma Tuzağı
Sosyal medyada gördüğümüz her şeyin gerçek olmadığını hepimiz biliyoruz ama yine de bazen o filtreli, kusursuz hayatlara aldanabiliyoruz, değil mi? Ben bile bazen bir influencer’ın “mükemmel” kahvaltısına bakıp kendi aceleyle hazırlanmış omletime üzülebiliyorum.
E, yetişkin halimle böyle hissediyorsam, kendini yeni yeni keşfeden, beden algısı gelişmekte olan bir ergen için bu ne kadar yıkıcı olabilir? Sürekli başkalarının en iyi anlarını görmeleri, kendi hayatlarındaki “sıradan” anları yetersiz bulmalarına neden oluyor.
Bir de “benim neden bu kadar beğenim yok?” kaygısı var ki, bu da başlı başına bir baskı. Hatta bazı ergenlerin sırf fotoğraf çekmek için tehlikeli şeyler yaptığını duyuyorum, akıl alır gibi değil!
Bu karşılaştırma tuzağı, çocukların özgüvenlerini zedeliyor, onlarda yetersizlik hissi yaratıyor ve zamanla mutsuzluğa sürükleyebiliyor. Onlara, sosyal medyanın bir “vitrin” olduğunu, herkesin sadece en iyi hallerini paylaştığını, gerçek hayatın çok daha farklı ve çeşitli olduğunu anlatmak çok önemli.
Kendi değerlerini başkalarının beğenileri üzerinden değil, içsel güçleri ve yetenekleri üzerinden tanımlamalarını sağlamalıyız. “Senin kendi hikayen, en özel hikaye” demeli ve bunu onlara hissettirmeliyiz.
Dijital Detoks ve Gerçek Bağlantılar Kurmak
Bazen hepimizin bir “dijital detoksa” ihtiyacı oluyor, değil mi? Telefonu bir kenara bırakıp etrafımızdaki gerçek hayata odaklanmak… Bu, çocuklarımız için de geçerli, hatta belki bizden daha da önemli.
Sürekli ekranlara bakmak, hem göz sağlıklarını hem de sosyal becerilerini olumsuz etkiliyor. Ben şahsen, yeğenlerimi gördüğümde hep dikkatimi çekiyor: aynı odada olsalar bile, her biri kendi telefonuna gömülmüş durumda ve birbirleriyle konuşmuyorlar.
Sanki oradaymış gibi ama değillermiş gibi. Bu durum, gerçek hayattaki bağlantılarını zayıflatıyor, empati kurma becerilerini köreltiyor. Onlara sadece sanal dünyada değil, gerçek dünyada da anlamlı ilişkiler kurmanın keyfini tattırmak lazım.
Beraber parka gitmek, kutu oyunları oynamak, bir spor dalıyla ilgilenmek… Bunlar, onların hem fiziksel hem de ruhsal gelişimleri için paha biçilmez fırsatlar sunuyor.
| Sosyal Medya Kullanımının Duygusal Etkileri | Pozitif Etkiler | Negatif Etkiler |
|---|---|---|
| Akran İlişkileri | Uzak arkadaşlarla iletişim, ortak ilgi alanları bulma | Siber zorbalık, dışlanma hissi, kıyaslama, dedikodu |
| Öz Yeterlilik ve Özgüven | İlgi alanlarını sergileme, takdir görme | Yetersizlik hissi, beden algısı bozukluğu, beğeni bağımlılığı |
| Duygusal Durum | Moral motivasyon, bilgiye erişim | Kaygı, depresyon, yalnızlık, uyku bozuklukları |
| Zaman Yönetimi | Hızlı bilgi alışverişi | Bağımlılık, derslerden uzaklaşma, boş zaman kaybı |
Empati Atölyeleri: İlişkilerimizi Nasıl Güçlendiririz?
Empati, bana göre sağlıklı insan ilişkilerinin temelidir. Bir başkasının ne hissettiğini anlamaya çalışmak, onun ayakkabılarıyla yürümeye çalışmak… Bu beceri, çocukluktan itibaren kazanılması gereken ve hayat boyu bize yol gösterecek bir pusula gibi.
Benim de çevremde gördüğüm kadarıyla, çocuklar bazen arkadaşlarının veya aile üyelerinin hislerini fark etmekte zorlanabiliyorlar. Özellikle de kendi yoğun duygusal dünyalarında kaybolduklarında, başkalarına odaklanmak onlar için daha da güçleşiyor.
Bu yüzden empatiyi sadece bir kavram olarak değil, pratik uygulamalarla öğretmek çok değerli. Okullarda yapılan “empati atölyeleri” veya evde oynanan “duygu kartları” gibi oyunlar, çocukların farklı senaryolar üzerinden başkalarının hislerini anlamaya çalışmalarını sağlıyor.
Mesela, kızımın okulunda geçen yıl bir “gönüllülük projesi” vardı. Yaşlıları ziyaret ettiler, onlarla sohbet ettiler. Kızım eve geldiğinde, o yaşlı teyzenin yalnızlığını, geçmişteki anılarını dinlerken ne kadar duygulandığını anlattı.
İşte o an anladım ki, gerçek empati, yaşayarak ve deneyimleyerek öğreniliyor. Başkalarının deneyimlerine tanıklık etmek, bizim de içimizdeki o şefkat damarını harekete geçiriyor.
Bu sayede çocuklar sadece kendilerini değil, içinde yaşadıkları toplumu da daha iyi anlama ve daha merhametli bireyler olma yolunda önemli adımlar atıyorlar.
Bence bu tür deneyimler, akademik başarılardan çok daha kalıcı ve anlamlı izler bırakıyor hayatlarında.
Başkalarının Ayakkabılarıyla Yürümek: Empatinin Gücü
“Başkalarının ayakkabılarıyla yürümek” deyimi, empatinin en güzel tanımı bence. Kendi hayatımızda da ne kadar doğru değil mi? Birinin bir hareketine sinirlendiğimizde, onun neden öyle davrandığını anlamaya çalıştığımızda, çoğu zaman öfkemiz yerini anlayışa bırakır.
İşte bu sihirli beceriyi çocuklarımıza kazandırmak, onların hem kendi iç dünyalarında huzur bulmalarına hem de çevreleriyle daha uyumlu ilişkiler kurmalarına yardımcı oluyor.
Okulda yaşanan bir kavgada, çocuklara sadece “kavga etmeyin” demek yerine, “sence arkadaşın o an ne hissetmiş olabilir?”, “sen olsan ne hissederdin?” gibi sorular sormak, onları düşünmeye ve empati kurmaya teşvik ediyor.
Benim de çocuklarıma hep söylediğim bir şey var: “Herkesin kendine göre bir hikayesi var. Belki de o arkadaşın bugün iyi bir gün geçirmiyor.” Bu basit hatırlatma bile, onların hızlıca yargılamak yerine biraz durup düşünmelerini sağlıyor.
Empati, sadece arkadaşlık ilişkilerinde değil, aile içinde de çok önemli. Çocuklarımızın bizim de yorgun olabileceğimizi, bazen üzülebileceğimizi anlamaları, onların bize karşı daha anlayışlı olmalarını sağlıyor.
Bu karşılıklı anlayış, evdeki huzuru da beraberinde getiriyor.
Dinleme Sanatı: Anlaşılmanın ve Anlamanın Yolları
Siz de benim gibi misiniz? Bazen bir şeyler anlatmak istersiniz ama karşıdaki sizi dinlemez, lafınızı keser ya da sadece kendi söyleyeceklerini düşünür.
O an nasıl bir hayal kırıklığı yaşarız, değil mi? İşte bu yüzden “dinleme sanatı” dediğimiz şey, özellikle ergenlik dönemindeki çocuklarımızla iletişimde altın değerinde.
Onlar, en çok da dinlenilmek isterler. Bazen söyledikleri çok önemsiz gibi gelse de, onlar için büyük anlam taşıyabilir. Benim de en büyük hatalarımdan biri, bazen aceleci olup hemen çözüm önermeye çalışmaktı.
Oysa kızım sadece dinlenilmek istiyormuş, bir çözüm değil. Bunu fark ettiğimde, ona sadece “Anlıyorum, devam et” demek bile aramızdaki bağı nasıl güçlendirdi, inanamazsınız.
Dinlemek, sadece sessiz kalmak değil; göz teması kurmak, onaylayıcı küçük tepkiler vermek, bazen de söylediklerini özetleyip “Doğru anladım mı, şunu mu demek istiyorsun?” diye teyit etmek demektir.
Bu, çocuğa “seni önemsiyorum, söylediklerin benim için değerli” mesajını verir. Anlaşıldığını hisseden bir çocuk, kendini daha güvende hisseder, duygularını daha açıkça ifade eder ve en önemlisi, o da başkalarını dinlemeyi öğrenir.
Dinleme, karşılıklı bir köprü kurmak gibidir; hem kendimiz anlaşılırız hem de başkalarını anlarız.
Duyguları İsimlendirmek ve Yönetmek: Duygu Sözlüğümüzü Geliştirmek
Hayatımızda ne kadar çok duygu var değil mi? Mutluluk, üzüntü, öfke, kaygı, kıskançlık, utanç… Bazen biz yetişkinler bile bu duyguların karmaşasında kaybolabiliyoruz.
E, bir de kendini yeni yeni tanıyan ergenlik çağındaki çocukları düşünün. Onlar için bu duygular, adeta bir labirent gibi olabilir. Bir arkadaşımın oğlu, sürekli “moralim bozuk” derdi ama neden bozuk olduğunu bir türlü ifade edemezdi.
Sonra anladık ki, aslında hissettiği şey öfkeyle karışık bir çaresizlikmiş. İşte bu yüzden, duyguları sadece hissetmekle kalmayıp, onlara doğru isimleri verebilmek çok ama çok önemli.
Duygu sözcüğümüzü ne kadar zenginleştirirsek, iç dünyamızı o kadar iyi anlarız ve yönetebiliriz. “Şu an çok sinirliyim çünkü haksızlığa uğradığımı düşünüyorum” demekle, sadece “moralim bozuk” demek arasında dağlar kadar fark var.
Birincisi, duygunun kaynağını ve nedenini gösterirken, ikincisi sadece bir genelgeçer ifade oluyor. Bu beceriyi kazanan çocuklar, hem kendi içsel süreçlerini daha iyi yönetiyor hem de çevreleriyle daha açık ve dürüst bir iletişim kurabiliyorlar.
Benim de çocuklarıma zaman zaman “Bugün hangi renk duygular içindesin?” diye sorduğum oluyor. Bu, hem eğlenceli bir başlangıç oluyor hem de duyguları daha somut hale getiriyor.
Adı Konmamış Duygular: Neden Önemli?
Adını koyamadığımız duygular, içimizde bir düğüm gibi kalır ve zamanla daha da karmaşık hale gelir. Tıpkı bir ağrı gibi; nerede olduğunu bilmediğimiz bir ağrıyı tedavi etmek çok zordur, değil mi?
Duygular da aynen böyle. Çocuklarımız, özellikle ergenlik döneminde, birçok yeni ve yoğun duyguyla karşılaşırlar. Bu duyguların adını bilmemek, onları daha da korkutabilir, kafalarını karıştırabilir.
Bazen çocuklar ağlarken, neden ağladıklarını kendileri bile bilemezler. O anki duygunun hayal kırıklığı mı, öfke mi, yoksa sadece yorgunluk mu olduğunu anlamaları için onlara yardımcı olmalıyız.
“Şu an üzgün görünüyorsun, yoksa endişeli misin?” gibi sorularla onlara yol gösterebiliriz. Benim de deneyimlediğim kadarıyla, duyguları isimlendirmek, o duygunun üzerimizdeki gücünü azaltıyor.
Adını koyduğumuz bir duygu, artık daha yönetilebilir hale geliyor. Bu yüzden, onlara sadece temel duyguları değil, hayal kırıklığı, kıskançlık, utanç, gurur gibi daha ince duyguları da öğretmeliyiz.
Bu, onların hem kendilerini daha iyi ifade etmelerini hem de başkalarının duygularını daha iyi anlamalarını sağlıyor.
Duygu Günlüğü Tutmak: Kendi İç Dünyamızı Keşfetmek
Bir zamanlar ben de duygu günlüğü tutardım, özellikle lise yıllarımda! O zamanlar farkında değildim ama şimdi anlıyorum ki, o deftere yazdığım her cümle, kendi iç dünyamı keşfetme yolculuğumda bana pusula olmuş.
Duygu günlüğü tutmak, çocukların hissettiklerini kağıda dökerek somutlaştırmalarına yardımcı olan harika bir yöntem. Bazen duygular o kadar karmaşık olur ki, sadece düşünerek çözemeyiz.
Yazmak, o karmaşayı bir düzene sokar, nedenlerini görmemizi sağlar. Kızım da yakın zamanda bir arkadaşının tavsiyesiyle duygu günlüğü tutmaya başladı.
İlk başlarda biraz zorlansa da, sonra bana “Anne, yazdıkça rahatlıyorum, neden öyle hissettiğimi daha iyi anlıyorum” dedi. Bu beni o kadar mutlu etti ki!
Duygu günlüğü, çocukların hem yazma becerilerini geliştiriyor hem de duygusal zekalarını. Ayrıca, zamanla geriye dönüp yazdıklarını okuduklarında, kendi gelişimlerini görmeleri, belirli durumlarda nasıl tepki verdiklerini fark etmeleri, onlara kendileri hakkında değerli bilgiler sunuyor.

Bu, kendi terapistleri olmaları gibi bir şey aslında. Ve unutmayalım ki, bu günlükler tamamen onlara özeldir, kimseyle paylaşmak zorunda değillerdir. Bu mahremiyet hissi de, çocukların kendilerini daha özgürce ifade etmelerini sağlar.
Kendine Şefkat ve Öz Değer: Neden Bu Kadar Önemli?
Dürüst olalım, bazen biz yetişkinler bile kendimize karşı çok acımasız olabiliyoruz, değil mi? Bir hata yaptığımızda kendimizi eleştiri yağmuruna tutabiliyoruz.
Peki ya çocuklarımız? Onlar, özellikle ergenlik döneminde, sürekli bir mükemmel olma baskısı altında yaşıyorlar. Okulda başarılı olmaları, sosyal medyada popüler olmaları, dış görünüşlerinin “ideal” olması…
Bu beklentiler, onların kendilerine karşı şefkatli olmalarını engelliyor, öz değerlerini zedeliyor. Ben kendi deneyimimden biliyorum, kendimi sevmediğim ve kendime değer vermediğim zamanlarda, başkalarının sevgisini de tam olarak kabul edemiyordum.
İşte bu yüzden çocuklarımıza küçüklükten itibaren “kendine şefkat” kavramını öğretmek, onların en güçlü yanlarından biri olacak. Hata yapmanın, mükemmel olmamanın, hatta bazen başarısız olmanın bile insan olmanın bir parçası olduğunu anlamaları çok önemli.
Onlara, herkesin inişleri ve çıkışları olduğunu, önemli olanın bu anlarda kendimize karşı nazik olmak ve hatalarımızdan ders çıkarmak olduğunu anlatmalıyız.
Unutmayalım ki, kendine şefkatli olan bir birey, başkalarına karşı da daha şefkatli olur ve öz değeri yüksek olan bir çocuk, dış etkenlerden daha az etkilenir.
Mükemmel Olma Baskısı ve Gerçekçi Beklentiler
Günümüz dünyasında, özellikle sosyal medya yüzünden, sürekli bir mükemmeliyetçi olma baskısı var. Herkesin hayatı harika, herkesin notları çok iyi, herkes çok güzel…
E, bu durumda çocuklarımız da “ben neden mükemmel değilim?” diye düşünmeye başlıyorlar. Benim de çevremde gördüğüm birçok genç, notları biraz düşünce hemen kendilerini başarısız hissediyor, bir sivilce çıksa dışarı çıkmak istemiyor.
Bu, gerçekten üzücü bir durum. Çünkü hayat, mükemmeliyetçilikle değil, gerçekçilikle daha güzel yaşanır. Çocuklarımıza, hataların öğrenme sürecinin doğal bir parçası olduğunu, kimsenin dört dörtlük olmadığını anlatmalıyız.
Mesela, kendi çocukluk hatalarımızdan bahsetmek, onların “yalnız değilim” hissini güçlendirebilir. “Ben de senin yaşındayken matematikte çok zorlanırdım” demek, çocuğun üzerindeki baskıyı hafifletecektir.
Gerçekçi beklentiler belirlemek, hem biz yetişkinler için hem de çocuklar için çok önemli. Onlardan kapasitelerinin üzerinde bir şey beklemek yerine, çabalarını takdir etmeli, gelişimlerini kutlamalıyız.
Asıl değerli olan, sonuçtan çok o sonuca ulaşmak için gösterilen çabadır.
Kendi En İyi Dostumuz Olmak: Öz Şefkat Pratikleri
Kendimize karşı en iyi dostumuz olmak, kulağa ne kadar da güzel geliyor değil mi? Aslında hepimizin buna ihtiyacı var. Öz şefkat, zor zamanlarda kendimize tıpkı en yakın arkadaşımıza davrandığımız gibi nazik ve anlayışlı davranmak demektir.
Çocuklarımıza bu pratiği kazandırmak, onların gelecekteki ruhsal sağlıkları için paha biçilmez bir yatırım. Peki, bunu nasıl yapabiliriz? Mesela, bir hata yaptıklarında kendilerini eleştirmek yerine, “Evet, bir hata yaptım ama bundan ders çıkaracağım” demeyi öğretmeliyiz.
Ya da zorlandıklarında, kendilerine karşı sert olmak yerine, “Şu an zorlanıyorum ve bu normal, biraz dinlenip tekrar deneyeceğim” demelerini teşvik edebiliriz.
Meditasyon, mindfulness (farkındalık) egzersizleri gibi pratikler de öz şefkati artırabilir. Benim de kendi çocuklarıma önerdiğim bir şey var: “Kendini kötü hissettiğinde, içindeki o küçük sesin sana ne söylediğine dikkat et.
Eğer o ses sana kötü şeyler söylüyorsa, onu nazikçe sustur ve kendine güzel şeyler söyle.” Bu, ilk başlarda garip gelse de, zamanla çocuklar kendi iç diyaloglarını değiştirmeyi öğreniyorlar ve kendilerine karşı daha destekleyici bir tutum sergiliyorlar.
Kendi en iyi dostu olan bir çocuk, hayatın iniş ve çıkışlarıyla çok daha güçlü bir şekilde baş edebilir.
Ailesel Destek: Evde Duygusal Zeka Nasıl Gelişir?
Ev, çocuklarımız için sadece dört duvar değil, aynı zamanda güvenli bir sığınak ve duygusal bir okul gibidir. Onların duygusal zekalarını geliştirmelerinde biz ebeveynlerin rolü, bence okuldaki eğitimden bile daha önemli.
Çünkü duygusal zeka, sınıfta oturup ders dinleyerek öğrenilmez; yaşanarak, deneyimlenerek ve en önemlisi, model alınarak gelişir. Benim de kendi ailemde öğrendiğim en değerli derslerden biri, açık iletişimin gücü oldu.
Annemle babam, her zaman duygularımızı ifade etmemize izin verirlerdi, ne kadar “saçma” olursa olsun. Bu, benim kendimi her zaman anlaşılmış ve değerli hissetmemi sağladı.
Şimdi ben de kendi çocuklarıma aynı ortamı sunmaya çalışıyorum. Evde kurduğumuz bu güvenli alan sayesinde, çocuklarımız duygularını gizlemek zorunda kalmıyor, aksine onları bizimle paylaşmaktan çekinmiyorlar.
Onlar için bir örnek teşkil ettiğimizi unutmamalıyız. Biz ne kadar sakin, anlayışlı ve duygularını ifade edebilen ebeveynler olursak, onlar da o kadar duygusal zeka seviyesi yüksek bireyler olurlar.
Bir arkadaşımın dediği gibi: “Çocuklarımızın duygusal bankalarını sevgi, anlayış ve dinleme ile doldurmalıyız ki, zor zamanlarda çekebilecekleri bir şeyler olsun.” Bu banka, onların hayat boyu en büyük sermayesi olacak.
Açık İletişim: Evde Güvenli Bir Alan Yaratmak
Evimiz, çocuklarımızın kendilerini en güvende hissetmeleri gereken yer, değil mi? Bu güvenli alanı yaratmanın anahtarı da bence “açık iletişim”. Yani, her konuyu konuşabildiğimiz, duyguların yargılanmadığı, eleştirilmediği bir ortam oluşturmak.
Ben kendi çocukluğumdan hatırlıyorum, bazı şeyleri anneme anlatmaya çekinirdim çünkü tepkisinden korkardım. Bu da beni içime kapanık bir çocuk yapmıştı.
Şimdi kendi çocuklarımla bu hatayı yapmamak için elimden geleni yapıyorum. Onlara, “Bana her şeyi anlatabilirsin, seni dinleyeceğim ve birlikte çözüm bulmaya çalışacağız” mesajını sürekli vermeye çalışıyorum.
Hatta bazen, okuldan geldiklerinde “Bugün okulda seni en çok ne mutlu etti? Ya da ne üzdü?” gibi sorularla sohbete başlıyorum. Böylece onlar da yavaş yavaş içlerini dökmeye alışıyorlar.
Bazen sadece “Evet, anlıyorum, bu seni çok üzmüş olmalı” demek bile, çocuğun kendini anlaşılmış hissetmesi için yeterli oluyor. Bu açık iletişim sayesinde, çocuklarımız sadece güzel anlarını değil, korkularını, kaygılarını, öfkelerini de bizimle paylaşmaktan çekinmiyorlar.
Bu da onların duygusal sorunlarını erkenden fark etmemizi ve müdahale etmemizi sağlıyor. Unutmayalım ki, çocuklarımızla aramızdaki iletişim ne kadar güçlü olursa, aramızdaki bağ da o kadar sağlam olur.
Duygusal Konularda Rol Model Olmak
Çocuklarımız bizi izliyor, her hareketimizi, her tepkimizi kaydediyorlar. Bu yüzden duygusal konularda onlara iyi bir rol model olmak, bence en önemli ebeveynlik görevlerinden biri.
Mesela, ben de bazen trafikte sinirleniyorum ama o an nasıl tepki verdiğime dikkat ediyorum. Öfkeyle bağırıp çağırmak yerine, derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalışmak, çocuklarımın da öfkeyle baş etme yöntemlerini öğrenmesine yardımcı oluyor.
Veya üzgün olduğumda bunu onlardan saklamak yerine, “Bugün biraz üzgünüm ama bununla baş etmeye çalışıyorum” demek, onlara duyguların normal olduğunu ve herkesin üzülebileceğini gösterir.
Bazen babam, işten yorgun geldiğinde “Bugün çok sinirliyim, o yüzden biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var” derdi. O zamanlar anlamazdım ama şimdi anlıyorum ki, bu bile bir duygusal yönetim biçimiymiş.
Kendi duygularımızı sağlıklı bir şekilde ifade etmeyi, yönetmeyi ve başkalarına saygı duymayı onlara gösterirsek, onlar da bizi örnek alarak kendi duygusal repertuvarlarını geliştirirler.
Bu, onlara verebileceğimiz en büyük miraslardan biri bence: duygusal olarak dengeli ve güçlü bireyler olmak. Kısacası, lafla değil, halimizle onlara örnek olmalıyız.
Geleceğe Hazırlık: Duygusal Direnç İnşa Etmek
Hayat, sürprizlerle dolu bir yolculuk, değil mi? Bazen güneşli günler yaşarız, bazen de fırtınalı havalarla karşılaşırız. İşte bu fırtınalara karşı ayakta kalabilmek için ihtiyacımız olan en önemli şeylerden biri “duygusal direnç” ya da diğer adıyla “psikolojik sağlamlık”.
Çocuklarımızın gelecekte karşılaşacakları zorluklar karşısında yılmamaları, yıkılmamaları, aksine güçlenerek yollarına devam etmeleri için bu direnci şimdiden inşa etmeliyiz.
Benim de tecrübeyle öğrendiğim bir şey var: her şey yolunda giderken kendimize güvenmek kolaydır ama asıl mesele, işler ters gittiğinde nasıl ayağa kalkabildiğimizdir.
Bir arkadaşımın çocuğu, girdiği spor sınavında başarısız oldu. İlk başta çok yıkıldı ama annesiyle babasının desteğiyle, “Bu bir son değil, sadece bir deneyim” diyerek tekrar çalışmaya başladı ve bir sonraki denemesinde başardı.
İşte bu, tam da duygusal direncin bir örneğiydi. Onlara her düştüklerinde kalkmayı öğretmeli, başarısızlıkların bir son değil, yeni başlangıçlar için birer basamak olduğunu aşılamalıyız.
Hayatın içinde inişler de çıkışlar da olacağını bilmek, onları geleceğe daha hazırlıklı kılar.
Zorluklarla Dans Etmek: Esnek Olmanın Gücü
Hayatın bazen acımasız olabileceğini hepimiz biliyoruz. Planlarımızın ters gitmesi, beklentilerimizin karşılanmaması… Bu durumlar karşısında katı ve değişmez olmak yerine, esnek olabilmek, adeta zorluklarla dans etmek gibi bir beceri.
Ben de gençken çok katıydım, her şeyin tam istediğim gibi olmasını beklerdim. Ama hayat bana esnek olmayı öğretti. Şimdi görüyorum ki, çocuklarımızın da bu esnekliği kazanması çok önemli.
Bir planları bozulduğunda hemen hayal kırıklığına uğramak yerine, “Peki, bu olmadı ama başka ne yapabiliriz?” diyebilmeyi öğrenmeliler. Bu, onlara alternatif düşünme becerisi kazandırır ve sorunlar karşısında daha yaratıcı çözümler bulmalarını sağlar.
Mesela, okul gezisi iptal olduğunda dünya başlarına yıkılmak yerine, evde başka bir etkinlik planlamayı düşünebilmeleri, bu esnekliğin bir göstergesidir.
Onlara “Hayatta her zaman B planı vardır” demeliyiz. Bu, sadece bugünkü küçük hayal kırıklıklarıyla baş etmelerine değil, gelecekteki büyük değişimlere ve belirsizliklere uyum sağlamalarına da yardımcı olacak.
Esneklik, aynı bir bambu ağacı gibi, fırtınalarda eğilip bükülmek ama asla kırılmamak demektir.
Pozitif Düşünme Alışkanlıkları: Umut Ekme Sanatı
Bardağın dolu tarafını görmek… Bu, benim de hayat felsefem haline geldi diyebilirim. Elbette, her zaman her şey toz pembe değildir ama pozitif düşünme alışkanlıkları kazanmak, en zor zamanlarda bile içimizdeki umut ışığını canlı tutmamızı sağlar.
Çocuklarımızın da bu alışkanlığı edinmesi, onların gelecekteki ruhsal sağlıkları için çok değerli. Benim de kendi çocuklarıma öğrettiğim bir yöntem var: her akşam yatmadan önce, o gün içinde şükrettikleri 3 şeyi söylemelerini isterim.
Bu, bazen küçücük bir şey olabilir, bazen de büyük bir başarı. Amaç, onların zihnini olumluya odaklamak. Böylece, gün içinde yaşadıkları olumsuzlukların gölgesinde kalmak yerine, güzel anıları ve şükredecekleri şeyleri fark etmeyi öğreniyorlar.
Pozitif düşünmek, sadece iyi hissetmekten ibaret değildir; aynı zamanda sorunlar karşısında daha yapıcı çözümler bulmamızı sağlar, motivasyonumuzu artırır ve bağışıklık sistemimizi bile güçlendirdiği söylenir.
Onlara, “Zorluklar geçicidir, her zaman daha iyi günler gelecektir” demeli, umut aşılamalıyız. Umut, karanlıkta yolumuzu aydınlatan bir fener gibidir ve bu feneri onların yüreğine ekmek, bence biz yetişkinlerin en güzel görevidir.
글을 마치며
Sevgili okuyucularım, ergenlik dönemi çocuklarımız için olduğu kadar biz ebeveynler için de hem zorlu hem de inanılmaz derecede öğretici bir süreç. Onların iç dünyalarında esen fırtınaları anlamak, onlara güvenli bir liman olmak, her şeyden önemlisi koşulsuz sevgimizle yanlarında durmak paha biçilmez. Unutmayın ki, bugün attığımız her adım, onların gelecekte daha güçlü, daha mutlu ve duygusal olarak daha sağlıklı bireyler olmalarına zemin hazırlıyor. Bu yolculukta yalnız değilsiniz, birlikte daha güçlüyüz!
알a 두면 쓸모 있는 정보
1. Çocuğunuzun duygularını yargılamadan dinleyin ve ona kendini güvende hissettirecek bir alan sunun. Bazen sadece “Evet, şu an seni anlıyorum” demek bile yeterlidir.
2. Sosyal medya kullanımında sınırları belirleyin ve onlara dijital okuryazarlık becerileri kazandırın. Filtreli dünyaların gerçek olmadığını hatırlatmayı unutmayın.
3. Empati becerilerini geliştirmek için onlarla farklı senaryolar üzerine konuşun veya gönüllülük projelerine katılımı teşvik edin.
4. Hata yapmanın öğrenme sürecinin bir parçası olduğunu vurgulayarak, kendilerine karşı şefkatli olmalarını destekleyin ve mükemmeliyetçi beklentilerden uzak durmalarını sağlayın.
5. Aile içinde açık iletişimi bir alışkanlık haline getirin; kendi duygularınızı sağlıklı bir şekilde ifade ederek onlara iyi bir rol model olun.
중요 사항 정리
Ergenlik, yoğun duygusal dalgalanmaların, akran ilişkilerinin ve sosyal medyanın etkisinin yüksek olduğu bir dönemdir. Bu süreçte çocuklarımızın duygusal zekalarını geliştirmek, empati kurma becerilerini pekiştirmek ve kendilerine şefkatli yaklaşmalarını sağlamak büyük önem taşır. Ailesel destek, açık iletişim ve duygusal konularda rol model olmak, onların bu fırtınalı dönemi daha güçlü ve dirençli atlatmalarına yardımcı olur. Unutmayalım ki, zorluklar karşısında esnek olmak ve pozitif düşünme alışkanlıkları edinmek, geleceğe umutla bakmanın anahtarıdır.
Sıkça Sorulan Sorular (FAQ) 📖
S: Sosyal medya ortaokul çağındaki çocukların duygusal sağlığını özellikle nasıl etkiliyor?
C: Ah, ortaokul çağındaki o pırıl pırıl beyinler! Onlar için sosyal medya, bazen rengarenk bir dünya gibi görünse de, inanın bana, ben de çok yakından gözlemlediğim için biliyorum ki aslında gizli tuzaklarla dolu bir labirent olabiliyor.
Benim de yeğenlerimde gördüğüm en belirgin şey, sürekli başkalarıyla kendini kıyaslama hali. Özellikle o “mükemmel” görünen hayatları, filtrelerle bezenmiş fotoğrafları gördükçe, kendi doğal hallerinden, bedenlerinden utanmaya başlıyorlar.
“Keşke ben de şöyle olsam”, “Neden benim hayatım bu kadar sıkıcı?” gibi düşünceler zihinlerini kemiriyor. Bu durum zamanla kendilerine olan güvenlerini ciddi şekilde zedeleyebiliyor, hatta bazı araştırmalar depresyon ve anksiyete riskini artırdığını gösteriyor.
Bir de “beğeni” ve “takipçi” sayılarının onlar için ne kadar önemli olduğunu biliyorum. Sanki değerleri, bu sayılarla ölçülüyormuş gibi hissediyorlar.
Bekledikleri onayı alamadıklarında hayal kırıklığı yaşıyor, yalnızlık hissedebiliyorlar. Akşam geç saatlere kadar ekran başında kalmak, uyku düzenlerini altüst ediyor ki bu da ruh sağlıklarını olumsuz etkileyen çok önemli bir faktör.
Bir de elbette “FOMO”, yani gelişmeleri kaçırma korkusu var. Sürekli bir şeyleri kaçırıyorlarmış gibi hissetmek, onlarda müthiş bir kaygı yaratıyor. Ve ne yazık ki, siber zorbalık da bu yaş grubunda ciddi bir problem olarak karşılarına çıkabiliyor.
Düşünsenize, bir çocuğun en hassas olduğu dönemde, dijital ortamda yapılan kötü yorumlar, dışlamalar, iç dünyasında derin yaralar açabilir.
S: Ebeveynler, çocuklarının bu zorlu dönemde duygularını yönetmelerine nasıl yardımcı olabilirler?
C: İşte bu konuda biz yetişkinlere çok büyük iş düşüyor! Ben de çevremdeki ailelere hep şunu söylüyorum: Önce kendimizden başlamalıyız. Kendi duygularımızı nasıl yönettiğimiz, çocuklarımıza en iyi örnek oluyor.
Kendi stresimizle başa çıkma yöntemlerimiz, empatik yaklaşımlarımız onların da duygusal zeka gelişimine katkı sağlıyor. En önemlisi de çocuklarımızın duygularını ifade etmelerine alan açmak.
Onlar üzgünken, kızgınken “üzülme”, “kızma” demek yerine, “Şu an kendini nasıl hissediyorsun? Anlatmak ister misin?” diye sormak, duygularını adlandırmalarına yardımcı olmak çok değerli.
Onların duygularını asla küçümsemeyin, “Boş ver takma kafana” demeyin. Aksine, “Evet, bazen böyle hissetmek çok doğal” diyerek duygularını onaylayın. Empati geliştirmeleri için onlara rehberlik edebiliriz.
Mesela bir arkadaşları üzgün olduğunda “Sence neden üzgün olabilir? Onun yerinde olsan ne hissederdin?” gibi sorularla düşünmelerini sağlayın. Bir de benim tecrübelerimle sabit ki, sosyal medya dışındaki aktivitelere yönlendirmek harika sonuçlar veriyor.
Bir spor dalı, bir sanat etkinliği, bir hobi… Bu tür uğraşlar hem özgüvenlerini artırıyor hem de hayatlarının merkezine sosyal medya yerine daha anlamlı şeyler koymalarını sağlıyor.
Ve tabii ki, çocuklarınızla sosyal medya kullanımı hakkında açık ve dürüst sohbetler etmek, neden bu mecraları kullandıklarını anlamaya çalışmak ve uyku düzeni gibi konularda bilinçlendirmek de çok önemli.
S: Ortaokul çağındaki bir çocuğun duygusal olarak zorlandığını ve profesyonel yardıma ihtiyacı olduğunu gösteren işaretler nelerdir?
C: Bazen çocuklarımız o kadar içe kapanabiliyor ki, bir şeylerin ters gittiğini anlamak zor olabiliyor. Ama inanın bana, dikkatli bir gözlemle bazı sinyalleri yakalayabiliriz.
Eğer çocuğunuzda uzun süredir devam eden bir mutsuzluk, boşluk hissi, eskiden severek yaptığı şeylerden artık keyif almaması gibi durumlar varsa, bu ilk alarm zillerinden biri olabilir.
Sürekli ağlama, alınganlık, ani öfke patlamaları veya sebepsiz yere sinirlilik de göz ardı edilmemeli. Okul başarısında belirgin bir düşüş, derslere karşı ilgisizlik, dikkatini toplayamama hali de önemli işaretler arasında.
Arkadaş ilişkilerinde bozulmalar, sosyal çevrelerinden uzaklaşma, yalnızlaşma eğilimi de dikkat çekici. Yemek yeme düzeninde aşırı değişiklikler (ya çok az yeme ya da aşırı yeme) veya uyku problemleri (uykusuzluk, çok uyuma) gibi fiziksel belirtiler de ruhsal sıkıntıların göstergesi olabilir.
Hatta baş ağrısı, karın ağrısı gibi somatik şikayetler, aslında iç dünyalarındaki sıkıntıların bedensel yansıması olabiliyor. En önemlisi ve asla hafife alınmaması gerekenler ise ölümden bahsetmek, kendine zarar verme girişimleri veya intihar düşünceleri.
Eğer bu tür belirtilerden bir veya birkaçı çocuğunuzda belirgin bir şekilde devam ediyorsa, lütfen hiç vakit kaybetmeden bir çocuk ve ergen psikiyatristi veya psikologdan profesyonel destek alın.
Unutmayın, erken müdahale her zaman en iyi sonuçları verir.






